Çarşamba, Aralık 14, 2016

TARİHİN TEKRARI

tarih,tekrar, halife,ata, sokrat, osmanlı, zaman
Savaş

                  TARİHİN TEKRARI

            Hayat dediğimiz şey dönme dolap gibi bir şey, başladığı yere dönüyor tekrar ve tekrar. Tek farkı kumanda düğmesi. Bir se kumandaya hükmeden. Kumandayı ve kumanda edeni yok sayarsak al sana durmadan dönen dönme dolap. Tıpkı hayatın kendisi. Siz ne düşünüyorsunuz? Biraz saçma mı? İsterseniz kumanda eden kalsın. İşine geri dönsün boş kalmasın. Hayatını kazansın. İşsiz güçsüz ne yapar karda kışta. İş olursa o da istemez herhalde durdurmayı, farklı bir deyişle para kazanmayı. Uykusu gelince gidip uyusun. Vardiyalı işçi çalıştırsın. Yalnızca bakım zamanları durdursun sistemi. Müşteriler değişecek durmadan ve para kazanacak o da. Hakkıdır elbet çalışıyor insanlar eğlensin diye.

            Atasözlerine, deyişlere, âşıklara, ozanlara, geçmiş filozoflara – Konfüçyüs, Aristo, Sokrat, Eflatun... Daha niceleri- dünyada ses getirmiş siyasetçi veya siyasetçi olmayan yönetici devlet adamları -Türk (Atatürk), İngiliz, Fransız, Amerikan, Hindistan...- gibi çoğaltılabilir bu liste, bu gün için de geçerli olabilen sözleri söylemişler zaten. İnsanlığın ortaya çıkışından beri, özellikle devlet oluşumları aşamasından bu tarafa çok benzerlikler var. Kurulma, yıkılma, savaşlar -sıcak ve soğuk- olagelmiş ve dersler çıkarılmış zamanında, derslerine iyi çalışanlar yoluna devam etmiş. Bazısı gafil avlanmış dostluklar adına, bazıları uyanık durmuş suda yürümüş izini belli etmemiş. Öyle ya da böyle bir şekilde gelebilmişler bu günlere. Birinci dünya savaşı yaşanmış, haydi ilk diyelim biraz alttan alalım. Kusur kadı kızında da bulunurmuş nihayetinde. Kusursuz insan yok mademki. Olmuş bir kere başa kakmanın anlamı yok. Tıpkı evlilik için söylenen gibi: “Her fani bir kere hata yapma şansına sahiptir.” inada bindirdiler işi dünya savaşı çıktı. Adı da birinci oldu. Aklım almıyor benim, tüm dünyada yaşayan insanlar çıldırmış mıydı o zaman? Ben yokmuşum, anam babam öyle söylüyor. Kitap da mı okumuyorsun? Soruları sorulduğunu hissediyorum. Okudum elbet. Yalan hepsi de. Birileri yapıyor,  onların birileri de yazıyor; bu kadar basit bu iş. Biliyor işini adam. “Minaresini çalan kılıfını uydurur” derler bizde. Bizde her yol atasözlerine çıktığı için kolaydır her duruma bir veya daha fazla söz bulmak.  Her yolun Roma’ya çıktığı yerde ne yapacak. Varıp dayanacaklar her yoldan yürüyerek kapıya.

          Birinciyi hafife aldık ki ikincisi gelip dayandı kapıya. Ne olmuş hafife alınmışta? “Cevap veriyoruuuuum: ikinci DÜNYA savaşı.” dedim. Derle demez Tarih öğretmenim bağırdı sınıfı yıkarcasına “OTUR YERİNE.” Oturdum ezik büzük.  Dünya savaşı bunların adı bayanlar baylar.  Renginiz, cinsiniz, ırkınız ne olursa olsun. Adı üstünde dünya savaşıyor. Demek ki kendilerine göre haklıydılar. Haklarını da aradılar- mı? Yapacaklarını yaptılar, alacaklarını aldılar, oturdular yerlerine artılarıyla eksileriyle. Bir de dönüp arkaya “Savaşın kazananı yoktur” demezler mi? Dalga geçer gibi. E be adam, e be ana kuzusu; birinciden niye ders almadın be yavrum? Biraz daha okusaydın da ormancı olsaydın ya! Ninemin köyüne gelen devletin Kaymakam’ına dediği gibi.
        Unutmayın üçüncüsü kapıda. Sesleri var yerin derinliklerinden gelen. Aman kimse duymasın, yerin kulağı varmış ya gerçi. Sağır Sultan bile duyar. Ama nedense Dünya savaşının bağıra bağıra geldiğini kimsecikler duyup da engel olamıyor. Ne kadar da küçücükmüş bu koskocaman dünya dedikleri. Şimdi koskocaman demek, eskilerden küçücükmüş ki iki üç kişi birleşip yaramaz çocukların sokakta kavga ettiği gibi; onlar da dünya savaşlarını çıkarmışlar. Birinci ve ikinci dünya savaşınız kutlu olsun mu demek lazım acaba. Ayıp etmiş olmuyor muyuz peki bu kadar önemli bir şeyi başarmış adamlar ve kimse onları kutlamıyor. Demek ki kafaları çok çalışıyormuş. Alttan girip üstten çıkmışlar halletmişler dünyayı.  Birileri bağırıyor sanki seçim meydanlarında Türk usulü “Üçüncü dünya savaşını çıkarmaya var mıyız? Var mıyııııız? Var mıyıııııııız?”  Herkes sus pus meydanda. Kimse de yokuz diyemiyor. İllaki varııııııız! Denilecek uğraşıyor durmadan döne döne sahnede. O kadar da rahat ve emin ki kendinden. Komplekse kapılıyor  meydandakiler. “Biz bilmeyiz, böyüklerimiz daha eyisini biliiiiir!”
       Dönme dolap dönmeye devam ediyor dünya da öyle. Birileri inip birileri de biniyor tekrar. Paracıklar ödendi fişler alındı, sıra fişi vermeye geldi kumanda edenin adamına. “Haydi başlıyor, fişini vermeyen kalmasın” ve basıldı kırmızı düğmeye. Üçüncü tur. Binenler yükseliyor yukarıya doğru, bazıları da aşağıya doğru iniyor. Zıtlıklar kendi içinde. Alt ve üst, sağ ve sol...
    Askerdeyken bir yüzbaşım gece nöbetçiyken sohbetimizde “Tarih tekerrürden ibarettir” demişti de katılmamıştım ona. “Zaman nasıl tekerrür eder?” diye düşünmüştüm o zaman. Ama şimdi tekerrür ettiğini ben de öğrenmiş bulunuyorum.
       Tarihin tekerrürünü engelleyecek tek bir çözüm vardır bence. Biraz platonik ama gene de şans var sayılır. Devletlerin yöneticileri ve ekipleri DÜŞÜNEBİLEN olacak, düşünmüş olmak için düşünen değil. Ülkelerinde düşünebilen insan yetiştirmeyi ilke edinecekler ve yetiştirmek için gerekirse bütçenin tamamını birkaç yıl eğitime ayıracaklar. Kurtuluş savaşı dünya tarihinde tek örnektir belki de bu konuda. Yani fedakârlıkta sınırın olmadığı bir durum. Zaten yok yoksul vatandaş, kendi sofrasından kısıp askere veriyor tayınını, çorap örüyor tek keçisinin kılından çocuğu için, çocuğuna değil de götürüp Ata istedi ihtiyacı varmış diye ona veriyor. On iki on üç milyon nüfus aç açık, yokluk sefillikler içinde fedakârlığını yapıyor.
      Osmanlının enkazının altından kurtulanlar toplanıyor Hint’ten Yemen’den Anadolu’ya. Vatan belliyorlar bu toprak parçasını. Osmanlı’da resmi yazışma dili başka, sokakta konuşulan başka. Okuryazar neredeyse yok. Durumu iyi olanlar okuyor, durumu zayıf olan yoksullar okuyamadığı için yazışma dilini öğrenemiyorlar. Arzuhalci diye bir meslek bizden başka bir memlekette var mı acaba? Devletine derdini anlatabilmek için aracıya ihtiyaç duyar vatandaşı. “Arzuhalci, yaz arzuhalimi yâre böyle” diye başlar. Komik değil mi sizce de Üniversite mezunları bile Arzuhalcilere dilekçe yazdırırken gördüm ben, seksen doksanlı yıllarda. Adliye gibi kurumların önünde bir masa ve bir daktilo. İlkokul mezunu bile değil bazıları. Yazarlar dilekçeleri. Sonra da dava kaybedilir o dilekçeyle.
Yazıyı yazarken merak ettim doğrusu. Araştırırım sonra.

Atatürk, bakmış vatandaş aciz kalıyor bir avuç okumuşun ve Devlet'in karşısında. Zaten konuştukları dil Türkçe.  Dili değiştirivermiş hemen Türkçe’ ye.   Mevcut okuryazarların uyum sorunu vatandaşa göre daha az. Var gücüyle çalışmışlar can siperane.  Yalnız kalmış dev gibi adam memlekette. Ne anlayan olmuş doğru dürüst onu ne de ondan önde koşan. Yakınındakilerin de hakkını yemeyelim. Hep gayretleriyle adımlar atılmış kavga dövüş. Dünya devlerini dize getirmiş adam, içerideki bir avuç çapulcu yalakadan mı korkacak o saatten sonra? Ha gayret demiş hız vermiş kara tren gibi simsiyah dumanlar çıkararak yürüyen yoksul Türkiye’ye.  En yakınındakiler bile anlayamamış mavi gözlü Dev’i.  Tekke ve zaviyeleri de kapatmış, nedenini anlatarak. Bildiklerini paylaşmış insanlarıyla. Osmanlıda çok fırıldaklar dönmüş çünkü tarikatlar, tekkeler yüzünden. Osmanlı bir şekilde dengede tutmayı başarmış geleneksel devlet tecrübesiyle gene de çoğu zaman kelleler vermiş bedel olarak ayaklanma ve isyanlarda. 

Halife olmasına rağmen Osmanlı kralları bir dönemden sonra, hiç bir zaman şeriat yasalarıyla yönetmemiş devleti. Şeriat yasalarını, devlet geleneğine göre töre ve adetlere göre uyarlayarak zamanın gereklerine göre yönetmişler Osmanlı İmparatorluğunu. O yüzden ayakta kalabilmiş zaten altı yüz yıl. Her ne kadar Şeriatı temsil etse de Halife, geçmişinden gelen tecrübelerini göz ardı etmeden onları zamanın şartlarına uydurarak yoluna devam etmiş. Atatürk bunları çok iyi bildiği için kapatıyor Osmanlı’nın çıban başlarını, tedavisine başlıyor ardından.
Evet, tarih tekerrür ediyor. Eğer, bir asrını devirmek üzere olan bir Türkiye’de, hala yüzde altı ya da on okuryazar olmayan insan yaşıyorsa ve bundan hiç bir yöneticinin yüzü kızarmıyorsa bu memlekette; benim yüzüm kızarıyor onlar için ve de bizi yönetenler için.
         Bu memleketin doğusunda bir pratisyen hekim 1985’li yıllarda altı ay kışın yollarını kapattığı memlekette derdini anlatamadığı için sağlık ocağının kapısına “İlaç yok” yazısını Kürtçe yazıp astırdığı için yargılandı.  Biliyor musunuz? Benim anam da okuma yazma bilmiyor, hala da bilmiyor canım anam. İlkokuldayken biraz çalışmıştık birlikte ama işten güçten fırsatı olamadı. Çok hevesli başlamıştık gayret de gösteriyordu ama gene de olamadı işte.
 Artık uzaya açılındığı bir çağda ben anlamakta çok zorluk çekiyorum okuryazar olamama durumunu bu memleketin insanlarının. Kibar olmak için dedim anlamakta zorluk çekiyorum diye. Dosdoğru diyeyim “AN-LA-YA-MI-YO-RUUUUUUM!” anlamak da istemiyorum. Şu günlük güneşlik güzelim memlekette zifiri karanlıklar içinde yaşayan yüzde altıdan fazla insanımız var, nerede yaşarsa yaşasın. O insanlar paranın üstünü altını bilmezler, telefon tuşlarını bilmezler; birilerinin yardımıyla kullanırlar teknolojik imkânları. Yontma taş devrinden farkı yok yaşamlarının. Anama e-mail gönderdim, açıp içindekini okuyabilecek durumu yok ki imkânın nimetlerinden faydalansın. Ha kibrit kutusu ha telefon onların çoğu için.
            Hani denir ya “Ayranı yok içmeye, tahterevalli ile gider sıçmaya.” kendimize dönüp bir bakmamız gerekiyor bence. Bu herkes içinde geçerli. Bütün dünya için de.
            Halk ozanının birisinin şiiri takılmıştı gözüme bir ara, içerik itibariyle tekerrürleri anlatıyordu. Özellikle Türklerin tarihindeki yıkılıp tekrar kurulan, tekrar yıkılıp yerine tekrar yenisi kurulan devletleri dikkate alarak söylemişti bütün söylediklerini. Çok vardır bizim kültürümüzde bu tür şiirsel anlatılar. Halk ozanlarıdır bunlar. Halkın içinde diyardan diyara dolaşarak anlatmışlar düşündüklerini. Hiç de kötüye yönlendireni yok onların. Bu kadar geniş bir kültür tarihimizin içinde hala da yön bulmakta zorlanıyoruz, iki geri bir ileri kör topal devam ediyoruz. Şöyle bir kömürlü trenden elektrikli hızlı trene geçemedik hala da. Arada bir bu kara tren de patinaja tutuluyor, raylar çok çok eski. Elden geçmemiş. Gelen geçmiş, giden geçmiş üstünden. Yaya kalmak da var işin ucunda.
           “Üçüncü DÜNYA savaşını ÇIKARACAK-MI-YIIIIIZ? En sonunda kızar sahnedeki basar gamatayı “Var mısınız, yok musunuz ulaaan?” dedikten sonra sağ elini açarak sağ kulağının arkasına dayar daha iyi duyabilsin diye.
            Ses verir aşağıdakiler “YOKUZ ULAAAAAAN!”
            Tarihten ders alamayanların ayakta kalmaları zordur, kökü kuruyan ağaç örneği gibi; dalları kuruduktan sonra gövdesi de çürür bir gün.                                                                                                                                                                                                                  Halil GÖNÜL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.