Çarşamba, Aralık 07, 2016

TÜLÜ’NÜN GÖZYAŞLARI

eşek, zaman, gözyaşı, Hasan,
Köy

        TÜLÜ’NÜN GÖZYAŞLARI

    Bizim ailenin bütün yükünü çeker Tülü. Eşeğimizdir Tülü, çok cefakâr ve dayanıklıdır; hiç bir yüke hayır demez, kaldıramadım, taşıyamadığım dediği de olmadı daha bu güne kadar.
    Aileden sayarız biz onu. Anam, babam, biz çocuklarını emanet eder hiç korkmadan. İnat da eder arada eğer istediğini yapmazsak. Sonra pişman olur inadından. 
          Tarladan erken geldik, çifti eken bitirdi babam.

         Tarla küçüktü. “Bu gün dinlenelim biraz, hazırlan gidelim köye” dedi babam, çiftin son çizisinin başında anama. “Hasan gel bu çiziye nohutları sen at” dedi bana ve nohut tohumu torbasını asıverdi sırtıma; sağ yanıma kaydırıverdi, tohumları içinden rahat alayım diye. Parmaklarımın arasından tek tek düşürmeye dikkat ediyordum. Daha önce de tohum atmışlığım vardı, biliyordum işi. Anam bir kaç atışımı görünce gitti, armut ağacının dibine; eşyaları toplamak için. 
         “aferin oğluma” diyordu babam arada bir. Hoşuma gitmişti iş yapmak, hem de büyüklerin yaptığı bir işi. Benim tohum attığımı gören Recep de koşturup geldi teseklerin arasında düşe kalka. “ben de atarım” dedi hızla torbaya daldırdı elini. Engel olmadım, bir kısım nohut tohumu aldı benim önüme geçti başladı atmaya. Ben bıraktım o atarken. “olacak bu çocuk, olacak ya! Aferin Recep, sen geldin ya yardıma, bak nasıl çabuk bitecek tarla, görürsün biraz sonra” dedi babam bana bakarak gülümsedi. 
        Beni alınmasın diye bakmıştı bana. Oğlum, kardeşin daha küçük, sen onun abisisin, kıskanma demek istemişti bakış ve gülümseyişiyle. Bazen bir hareket ya da mimiğiyle çok şey anlatıveriyordu babam; konuşmasına gerek kalmıyordu o zaman, kelimelerden çok daha fazlasını bir çırpıda anlatıveriyordu. Recep coştu aferini yiyince tekrar tekrar elini torbaya daldırıp tohum alıyor ve öküzlerin önünden koşturarak ilerlere kadar atıp geliyordu tohumları. 
     Bir önceki kara saban çizisinin içine atılıyordu nohutlar. Sonraki çiziyle de üstleri kapanmış oluyordu. Arkasından yağmuru bekliyorduk artık. Biz yapacağımızı yapıp Allah’a emanet ediyorduk gerisini. Çizinin sonuna geldik, recep çoktan bitirmişti işini ve anasına yardıma koşturmuştu. Babam öküzleri çözdü boyunduruktan. Ben öküzleri çıkardım tarladan. Anam da Tülü’yü getirdi sabanın yanına ve babamla birlikte eşeğe sardılar. 
        Armut ağacının dibindeki eşyaları da yüklediler, Recep’i de bindirdiler eşeğin semerine ve anam çekmeye başladı yularından Tülü’nün. Biz de babamla birlikte öküzlerin arkasından yürüdük. Yakındı köye tarlamız. Yarım saat sürmezdi yolculuk. Vakit de erken sayılır, ikindi vakti...
Yük, taşıma, eşek, köy, Hasan, zaman,
Tülü
       Eve geldik, eşyaları indirildi eşekten. Çift takımını hemen indirdiği yerin yakınına koydu babam, yarın başka tarlaya gideceğimiz için. Boyunduruk ve övendireyi, taş örüye dayalı sabanın üzerine uzattı babam. Bize de tembihledi “üzerinize devrilir yanaşmayın yanına” dedi Recep'le bana. 
      Anam “ot yok hayvanlara” dedi babama bakarak. Nasıl yapalım, kim gitsin demek istemişti. “ben giderim” dedim. Recep de “ben de giderim” dedi hemen. Benimle yarışıyor gibiydi. Babam “abin yalnız gidecek, seninle başka işimiz var burada” dedi. İndirilen heybeyi boşalttı anam hemen ve Tülü'nün semerine attı tekrar. “oğlum orağa dikkat et, bir yerini kestirme, otların yukarısından tut ve orağı da diplerine vur tamam mı?” dedi anam tekrar hatırlatmak için. El orağını iyi kullandığımı bildiği halde gene de uyarmadan gönlü rahat etmiyordu işte. Ne de olsa ana yüreği. Babam bindiriverdi beni Tülü’nün semerine. Bekteş’deki bahçenin yolunu tuttum. “Koşturmak yok ona göre” dedi babam arkamdan. “Tamam” dedim arkama bakmadan.
            Heybeyi doluyken kaldırıp Tülü’nün sırtına koyamam diye bahçenin kenarındaki kalın erik ağacının en alttaki dalına bağladım Tülü’yü ve önüne biraz ot atıverdim. Biçtiğim otları, bir kucak olunca getirip heybenin gözlerine dolduruyor ve bastırıyordum gücüm yettiğince.  Heybenin iki gözünü de tıka basa doldurdum, biraz da şişkin oldu ağzından taştı gözlerin. Yüksek taşın yanına getirip yan durdurdum Tülü’yü ve taşın üstüne çıkıp ayağımı semerin üstünden atıp ileri ittim kendimi ve bindim. 
         Neredeyse öbür tarafa devriliyordu semer, sıkıca bağlı olduğu için karın kolanı, devrilmedi. Yavaş yavaş yürüdü Tülü, ben de müdahale etmedim. Kendi keyfinde gidiyordu öylesine. Bahçeden çıkıp biraz gittikten sonra çeşmeye yaklaşmıştık eşek sesi gelmeye başladı. Tülü de cevap vermek için anırmaya başladı aaaaiiiii, aaaaaiiiii diye. 
         Anırırken başını hafif yukarı kaldırıyordu. Koşturuverir diğer sese diye tedbir olarak yularını sıkı tutup kastım biraz; koşturacak olursa kasacaktım hemen. Korktuğum olmadı, gelen eşek arkamızda kaldı. Elli metre kadar geriden geliyorlardı. Kırıkçı teyze ve kocasıydı arkamızdan gelenler. “Ananın omuzu nasıl” dedi kırıkçı teyze arkadan yüksek sesle. 
        “İyi iyi, iyileşti çalışıyor anam” dedim başımı çevirerek bağırdım. “Geçmiş olsun, selam söyle yavrum” dedi kocasıyla birlikte. “Söylerim” dedim, Tülü'nün yularını çırpıştırdım bir kaç defa, hızlanması için. On on beş dakika kadar yürümüştü ve köy kahvesine yaklaşmak üzereydik. Bir anda yan tarafta bulunan çeşmeye doğru yöneldi Tülü. Yuları kastıysam da engel olamıyordum. 
        Terli olduğu için hasta olur diye soğuk su içmesini istemiyordum. Bu çeşmenin suyu oldukça soğuk olurdu yaz kış. Taa dağdan, çok derinlerden geliyordu ve oradan pınar olarak çıkıyordu. Köy muhtarının biri de çeşme yaptırmış pınara ve oluktan akıyordu suyu yalağa. Köyün bu tarafının hayvanları buradan içiyordu sularını. 
         Gelirken biraz hızlı geldik, koşturdum bazen Tülü’yü ve terli görünüyordu, içerse kesin hasta olacaktı. Epeyce uğraştım beş metrelik mesafedeki yalağa varıncaya kadar ama o çaresini düşünmüştü zaten; bir hoplayışta attı beni sırtından, hızla yalağa başını uzattı. Ben yerde yatıyordum bir seksen. Belim acıyordu kalkamadım bir süre ve Tülü’ye bakıyordum su içiyor mu diye. Gözlerimi ayırmıyordum ondan. 
         Yalağa başını uzatıp dudaklarını değdirecekti ki birden arkaya çevirdi başını bana doğru ve bana bakıyordu. Heyecanlandım bana bakışından, göz göze gelmiştik. Keder vardı gözlerinde. Tekrar eğildi suya ama içmedi. Dönüp geriye geldi yavaş yavaş, yanıma. Başını başıma doğru yaklaştırdı, burnundan çıkan nefesi hissediyordum, burnuyla başımı kokladı, sürttü başıma ve bir süre bekledi başımda hiç kıpırdamadan. 
        Kalkmak için uğraşıyorum fakat belimi alıp kaldıramıyordum. Hiç ağrıyan sızlayan bir yerim de yoktu. Anırmaya başladı birden başını kaldırarak. Üç defa üst üste anırdı. Biraz ilerideki evden hüsnü amca gördü beni yerde yatarken. Hemen geldi yanıma, kaldırıp Tülü’nün semerine bindiriverdi kucaklayarak. Yularını da elime verdi. “deeeh” dedi yavaşça, Tülü’nün kıçına eliyle vurarak. 
          Tülü, gelin atı gibi gidiyordu aheste aheste, çok yavaş adım atıyordu.  Kahvenin önünden geçip eve doğru yöneldik. Evin önüne geldiğimizde babamla Recep, kağnıya terslikteki hayvan gübresinden dolduruyorlardı. Babam yabaltıyla geri-kıl şilte ile kağnının etrafının çevrilmesi, havuz haline dönüşür- içine atıyor, Recep de geri içinde atılan, ala tavlı gübreyi çiğniyordu. Beni görünce yabaltıyı bıraktı babam. Tülü'nün yularını elimden alıp kucaklayarak indirdi beni Tülü’nün sırtından. Heybeyi de aldı yan tarafa koydu. Heybenin gözünün birini boşaltarak kucakladı otları içeriye ahıra götürdü hayvanlara vermek için. 
        Yürüyebiliyordum, hiç ağrım sızım da yoktu hala. Yukarıya eve çıktım, bir bakraç alarak indim tekrar ve su doldurup önüne koydum Tülü’nün. Önce bana baktı Tülü, sonra bakraca. Burnunu koluma sürttükten sonra içmeye başladı suyu. Suyunu içmeyi bitirdikten sonra başladı anırmaya, neşeliydi sesi. Üç beş eşek de karşılık verdi mahalleden. “baba, çıkıkçı teyze ve kocasının selamı var anamla sana” dedim. “Aleykümselam, getirip götüren sağ olsun” dedi babam yabaltıyı boşalttıktan sonra.
         Babam işini bitirdikten sonra Tülü’nün semerini indirdi sırtından “Hasan kaşağıyı al gel” dedi. Hızlıca çıktım yukarı anama “kaşağı nerede ana?” dedim. Yerini tarif etti, aldım kaşağıyı koşturarak çıktım odadan. “Ben yapayım baba” dedim, izin verdi bir güzel kaşağıladım Tülü’yü. Çok sevinmişti bu duruma. Bittiğini düşünüp bıraktığım anda, bıraktığımı anlayıp burnuyla koluma vuruyordu, ben de tekrar kaşağılamaya başlıyordum, iki defa yaptı aynı şeyi ve ben de tekrarladım. Üçüncüsünde istemedi artık. 
         Belki benim yorulduğumu düşünmüştü, ya da kendisi de dinlenmek istiyordu. “Tamam, baba” dedim babama bakarak. Yularından tutup götürdü içeriye babam, ahırdaki yerine bağlayıp geldi. Ben de aşağıda olan eşyalardan alıp yukarıya çıktım. Ellerimi, yüzümü ve ayaklarımı yıkadım odaya geçtim. 
      Anam yemek yapıyordu ocakta, mis gibi kokusu geldi kuru fasulyenin. Tencerenin kapağı kalkıyordu kaynamanın oluşturduğu basınçtan. Havası çıktımı yerine oturuyordu tabak tekrar, gözledim kısa bir süre. Otomatikti hareket. Bir kenarı kalkıyor, hava çıkınca iniyor ve tekrarlanıp duruyordu. 
        Uzandım ocağın başına ellerimi yastık yaparak başımın altına. Tülü'nün gözleri geliverdi gözlerimin önüne ve canlıydı sanki karşımda, bana bakıyordu melül melül, ağlıyor muydu ne? Yaş vardı göz pınarlarında, dopdoluydu göz pınarları. Kendimden geçmişim biraz. Recep gelip üzerime yüzün koyun boylu boyunca uzanınca uyandım. 


Halil GÖNÜL /Aydın


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.