Pazartesi, Kasım 28, 2016

PELTE KILIKLI

      PELTE KILIKLI

         İki gündür evden çıkmıyorum. Kendime otoriter davrandım. “çıkacaksın oğlum, yoksa zorla ve yaka-paça çıkarırım.”  uyku düzenim bozuldu, bazen kırk sekiz saatte üç veya dört saat; kesik kesik, birer ikişer saat de uyanarak uyuyorum. Derin uykuya bir türlü dalamıyorum. Derin uykunun özlemini ve uyandıktan sonraki dinç ve dinlenmiş halimin özlemini öyle çok duyuyorum ki; hani derler ya “dünyaya bedel” aynen öyle benim için de derin uykuya dalıp, dinlenmiş uyanmak  “dünyaya bedel.”
         Beynim hiç durmuyor hissediyorum. Evham, kaygı,  ağırlıklı kişisel ve çevresel etkenler beynimi sürekli kemiriyor.

           Son zamanlarda beynimi yormak için okumayı seçtim. On beş saat civarında aralıksız okuduğum zamanlar oldu, beynimin ön kısmının keçeleştiğini hissediyorum böyle zamanlarda, enerjim ilk dört saat den sonra düşüyor verimliliğim azalıyor. Öyle olmasına rağmen okumak için zorluyordum kendimi. Okuduğum kitaplar ilgimi çeken konular olduğu için de bıkkınlık vermiyor. “uyumak istiyorum, uyumak” diye bağırmak geliyor içimden.
"beyin, blog, ev, inat, motivasyon, pelte, spor, terapi, yürüyüş"
Pelte-kılıklı
         Saat on dört sularında uyandım. Kalas gibi vücudum, esnekliği çok zayıf, yorgun ve bitkin bir görünüm, “haydi kahvaltını hazırla yavrum,” kendime nazik davrandım. Sallana sallana mutfağa geçtim, sucuklu yumurta canım çekti,  domates sövüş hazırladım. Bir de çay demledim mi? Biraz kendime gelirim diye düşündüm. Kahvaltımı yaparken, evden dışarı çıkmayı çok istediğimi anladım, “mutlaka çıkmalıyım, oyunbozanlık yok değil mi? “gibi sözlerle kendimi motive etmeye çalıştım. Çünkü geçmiş zamanlarda bu tür şeylerde söz verip de çok yan çizdiğim olmuştur. Bir tür güvensizlik oluştu aramızda. Bu nedenle beynime yüklenmeye karar verdim. Beynim tıpkı yaramaz çocuk gibi, sözleşiyoruz, son anda bir bahaneyle beni atlatıp, sözünde durmuyor. Kızdım salak beynime bu gün. “nasıl beni yoldan geçirir? Başımın üstünde gezen bu pelte kılıklı.” diye söylendim. Açıkça kavga ettim. Rest çektim. “hem seni tepem de taşıyacağım, sen de bana nankörlük edip tepeme edeceksin!”
         Pelte kılıklıyı azarlarken kahvaltıda yavaş kalmışım, çayımı yudumladığımda fark ettim. Çay ılıklaşmış. Kahvaltıyı hızlı bir şekilde tamamladım. Masayı topladım; çünkü benden başka toplayacak kimse yok, çaydanlığı, şekeri ve çay bardağımı alarak salona geçtim. Bir bardak çay daha doldurdum, keyfini çıkarmak istiyorum çayın, aynı zamanda da biraz daha kendimi toparlamak istiyorum. Yakın gözlüğümü taktım, göz kaslarımın biraz gergin olduğunu fark ettim, pelte kılıklıya inat, okumakta olduğum kitabı elime aldım, kaldığım yerden devam etmeye başladım. Çay da bir rahatlık sağladı. Pelte kılıklı ya taviz vermeyeceğim, bu gün elimden kurtuluşu yok.
         Okumak; bu zamanlarda, beni rahatsız eden sorunlardan uzaklaşmak için seçmiş olduğum bir yöntemdir. Açıkçası pelte kılıklı ile bir savaştır. Pelte kılıklı sürekli sorunlara yöneltiyor dikkatimi.  Başka bir şey aklımdan geçmiyor ve ağır bir depresyon yaşıyorum, Birkaç yıldır. Sorunlar kendi dışımda gelişiyor ve benim yaşamımı alt üst ettiler. Zorunlu kararlar aldım, yaşamım da alt üst oldu. Şartlara uyum sağlamak ve mevcut durumu kabullenemiyorum bir türlü. Bu zayıf durumdan faydalanan pelte kılıklı da beni yerden yere vuruyor,  hem de hiç aman vermeden. Mücadele etmeye çalışıyorum ancak çok yetersiz kalıyorum, zaman zaman hiç cephanem kalmıyor, cephanem olmamasına rağmen, diş ve tırnağımla başa baş uğraşıyorum. “yeneceğim bir gün o pelte kılıklıyı, siz de göreceksiniz bende!”
         Saat on yedi ye beş var,  kitabı bırakıp duş alayım ve dışarı çıkayım. Bu gün ihmal yok. Üç gündür çıkmadım. Hem biraz yürüyüş yapmış olurum, yeni açılan parka gideyim diye düşündüm. Pelte kılıklı; “bırak duşu, kitabını okumaya devam et” diyor. “yemezler yavrum, ben duşa gidiyorum, ister gel benimle istemezsen sen otur burada, in tepemden.”
         Duşa giderken hala şüphe duyuyordum kendimden, beynimle inatlaşıyordum. Çünkü pelte kılıklıya güvenim hiç denecek dereceye geldi, beni elden ayaktan düşürdüğünü gördüm, zaman zaman üç ay gibi bir süre evden dışarıya adım atamadığımı gördüm, elden ayaktan düşme tabirini ben bizzat yaşadım. Bu zamanlar da ve hala da, Parkinson rahatsızlığı olan yetmiş altı yaşında Babam evin günlük ihtiyaçlarını hallediyor ve ayakta birlikte kalabiliyoruz.
         Tıraşımı oldum, duşumu aldım, dişlerimi fırçaladım. Bunları yapabildiğim için, çocukların bayramlar da sevindiği gibi seviniyordum, kendi kendime de “abartma oğlum” diyordum, “istersen her zaman yapabilirsin” diye empoze ediyordum, isteyip de yapamadığım zamanları çok biliyorum. Bu gün gerçekten dışarıya çıkabileceğim, buna inanmaya başladım artık. Fazla zaman geçirmeden evde hemen kendimi ne yapıp edip dışarıya atmam lazım, diye düşünerek hemen yatak odasına geçtim, bornozu çıkardım, dış kıyafetlerimi giyindim, aynaya bakmaya gerek duymuyorum uzun zamanlardır, gene bakmadan, kel kafamdaki kısa olan saçımı elimle geriye doğru ve yanlara doğru düzelttim. Hava sıcak, sandaletlerimi giydim, sigara, çakmak, cüzdan ve telefonumu aldığımdan emin olmak için kontrol ettim. Ha evin anahtarını unutmuşum, kapıda kalmamak için dönüp el çantamdan dış ve iç kapının anahtarlarını aldım. Babamın kulakları yavaş duyduğu için zil sesini duyamıyor, uzun süre zil çalınması gerekiyor.
         Yaşasın! Çıkıyorum evden, artık bu saniyeden itibaren beni pelte kılıklı bile durduramaz.  Forum Aydın yakının da tekstil park yeni açılmış, oraya gitmek istiyorum. Kendimi ceza evinde uzun süre yatıp çıkmış gibi hissediyorum, ayaklarım benim değil, misafir gibiler, oldukça yabancılar bana, çok istekli değiller yürümeye, gözlerim derseniz; uzun süredir kitap okumaktan dışarıda odaklanmada zorlanıyor, uyuşukluk hali hissediyorum, uykudan yeni uyanmış gibi, akşamdan kalma bir halim var, fark etmeme rağmen kendimi toplamakta zorluk çekiyorum. Beynim hep birkaç probleme odaklı, arada bir derin nefes alma ihtiyacı hissediyorum “hadi canım, yürü be, bırak salakça davranmayı, sen bu değilsin, ölüyorsun yavaş yavaş, salma kendini artık, yapılacak şey yok, senden kaynaklı değil bütün bunlar,  önüne bak, durumları kabullen, hiç kimse isteyerek zor durumlar yaşamak istemez hele böylesini! Adamcağız (babam) isteyerek mi Parkinson oldu, bellek zayıflığını Ya da halüsinasyonları kendisi mi istedi? kabulleneceksin içinde bulunduğun şartları, artık kendi ihtiyaçlarını kendisi görebiliyor, günlük ev ihtiyaçlarını, yürüme amacı ile halledebiliyor. Bilinci de fena değil, senin yaptığın yemek yapmak, çamaşır yıkamak; çamaşırı da Makine yıkıyor, bırak zırlamayı da kabul et, emeklisin artık, emekli maaşına talim edeceksin bundan sonraki yaşamında, hiç ileri hayallerin olmayacak.  Kabullen kabullleeeeeen!” kendime bunları söylerken, hiddetlendiğimi hissettim. “ucunda ölüm yok ya demişti eski hanım, yenisi henüz olmadı. Adımlarımın hızlandığını fark ettim, görenler de adam kafayı kırmış demişlerdir içlerinden. Hiçbir şey umurumda değil artık, hani denilir ya; “dünya yanıp ayakucuna gelse yerinden kalkmaz, sigarasını yakar” diye aynen ben kendimi bu tarife uyduruyorum çoğu zaman, Hiçbir şey umurum da değil, dünya yanmış, yıkılmış, ters dönmüş, beni ilgilendirmiyor. Ben zaten yanıyorum ve yandım yanacağım kadar. Yıkılsın isterse; kendimi zaten ölü gibi hissediyorum,  ölüm pek bir şey ifade etmiyor, benden götürebileceği bir şey kalmadı.” özet olarak depresyon boktan bir rahatsızlık, pelte kılıklıyla anlaşamıyoruz, burnunun dikine dikine “domuz doğrusu” gidiyor, beni de sürüklüyor, bu yüzden pelte kılıklı ile iyi arkadaş olamıyoruz, sürekli çatışma halindeyiz. Beni bitirmek, yok etmek istiyor, ben de o'na inat ayak diretiyorum. Sen mi? Ben mi? Haydi bakalım hodri meydan. Açıkça; saklamıyorum kendinden, meydan okuyorum, yola gelinceye kadar o mu? Ben mi? Kozlarımızı paylaşacağız önümüzdeki zamanlarda, belki sizler de görürsünüz.
         “Oğlum etrafına bak be, bırak ne hali varsa görsün şu pelte kılıklı, parka gelmişiz.” park karşıda göründü. Şehirler arası yoldan dikkatlice karşıya geçtim, trafik ikindi saatlerinde oldukça yoğun oluyor.  Park da self-servis hizmeti var, sipariş için kasaya doğru yöneldim, önüm de iki kişi var,   “buyurun efendim” dedi kasaya bakan genç bayan,  “bir kaşarlı tost, iki çay ve bir su “ dedim.
 Bedelini ödedim,  sipariş fişi verdi, hemen yanın da siparişlerin müşteriye verildiği kuyruğa geçtim. Önüm de beş kişi var,   bekledim, benim siparişlere sıra geldiğinde, küçük bir tepsi için de aldım, oturulacak masalara yöneldim, etrafa bir göz attım, boş masa aradım, oldukça kalabalıkmış, hiç beklemiyordum. Karşıda bir boş masa gördüm, elimdeki tepsiyi bıraktım masaya ve çevreye göz attım, otuz kadar masa var, ileri taraf da piknik yapanlar var, mangal kokusu geliyor,  oturdum sandalyeye, biraz masaya doğru yanaştırdım.  “kaşarlı tost ile çay içmek hoşuma gider, çayın biri tost için, ikinci çay keyif çayı oluyor, eğer fazla soğumaz ise.”
         Park alanı ve çevresi oldukça geniş, kırk elli yaş belki daha fazla yaşta kızılçam ağaçlarıyla kaplı. Bu arazi cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Sümerbank tekstil fabrikası,  cumhuriyetin ilk sanayi hamlelerinden sayılır. Uzun yıllar hizmet vermiş, on yıl veya on beş yıl öncelerinde hükümetin özelleştirme yasası gereğince özelleştirilmiştir. Özelleşmesinden sonra hizmet şekli değiştirilmiş ve içi boşaltılmış, ölüme terk edilmiştir. Yerel belediyenin uğraşıları sonunda şu zamanlarda en azından bir kısmı park ve piknik alanı olarak halka açılmıştır. Bir sohbet esnasında, çalışan bir delikanlıdan vakıf arazisi olduğunu öğrendim, bu nedenle alanda ki virane olmuş eskiden lojman, atölye ve idari bina olarak kullanılan binalara hatta ağaçların bir dalının bile sit koruması altında olması nedeniyle dokunulamadığını söylemişti. Sohbet benim, yürüyüş sahası, bisiklet yolu ve spor kompleksi olarak düzenlenirse çok kullanışlı olacağı üzerine bir önerimden çıkmıştı.
         İki saat kadar oturdum, hava kirliliği yok, on beş, yirmi metre boyundaki çam ağaçları altında saf oksijen insanın başını döndürüyor, oldukça rahatlatıyordu. Benim pelte kılıklım bile hoşlanmıştı bu durumdan. Hava kararmaya başladı ve hafif bir rüzgâr da başladığı için serin olmaktan çok biraz üşütmeye başlamıştı beni. Kalktım, hemen bitişiğinde bulunan forum avm'ye doğru yöneldim, beş dakika yürüme mesafesinden sonra avm'ye geldim. D&r  Kitabevi’ne girdim, öce girişteki dergilere göz attım, bilim ve teknik aradı gözlerim, bulamadım, ileri doğru yürüdüm, indirimde olan kitap reyonuna yöneldim, bayram arifesindeyiz, kitabevinin bayram süresince (kurban bayramı, idari tatille birlikte dokuz gün oldu) kapalı olacağı geçti aklımdan, şu aralar kitap okuyarak depresyonu atlatmayı düşünüyorum, bu nedenle on kadar kitap seçmeliyim diye düşündüm, bir saat kadar dolaşarak, tarih, psikoloji, anı ve deneme yazıları olmak üzere klasik dahil on tane kitap seçmişim. Kasaya gelip kitapları bıraktığım da görevli orta yaşlardaki entel görünümlü, kulakları küpeli, çember sakallı adam, dikkatlice bana baktı “bu yaşlı adamın bunları kendine mi? Yoksa başkasına mı aldı? Sorusu geçti sanırım aklından, çünkü inanılmazlık oluştuğunu sezinliyordum, yapmacık bir gülümsemeyle yüzüme baktı “buyurun, kartınız var mı? Dedi. Var dedim, verdim d&r kartını. Kartı geçirdi, kitapların fiyatlarını okuttu ve yüz seksen TL. Dedi nakit ödedim, bayram boyunca okuyacak kitabım olmuştu.
         Yaklaşık on gündür,  geceli gündüzlü toplamda on veya on iki saati bulan bir okuma temposu tutturdum, bu durum beni fazla sıkmıyor, tam tersine, dikkatimi sorunlarımdan uzaklaştırarak, kitaplardaki konulara yoğunlaştırdığı için, pelte kılıklıyı da oldukça yoruyor bazen yeter artık diye isyan ettiğini ve bu kadar da değil dediğini hissediyordum, kafamın üst kısmı(üst beyin) hafifçe keçeleşmiş gibi hissediyorum, bu durumda ara veriyordum.
         Kitaplarla birlikte eve geldim, kitapları salonda tekli koltuğun üzerine bıraktım, yatak odasına elbise değiştirmek için girdim, tekrar salona gelip üçlü koltuğa oturduğum da üzerim de bir yorgunluk ve bitkinlik vardı, çok uykum gelmeye başlamıştı, oturunca da iyice ortaya çıktı, saf oksijenin etkisi diye düşündüm ve hemen yan olarak koltuğa uzandım, bir anda çok uzun süredir olmadığı şekilde uyuya kalmışım, uyandığımda; hava iyice kararmış, sokak lambalarının ışıkları birinci normal katta olan dairenin salonunu aydınlatıyordu, balkon kapısını serin olsun diye sürekli açık tutardım,  mahalle de el ayak çekilmiş, oynayan çocukların sesleri yoktu, saate baktım, 9.20’yi gösteriyordu. Vay be dedim kendi kendime, kendimi rahat hissediyordum, hiç olmazsa biraz dinlenip dinçleşmişim. Hoşuma gitti. Pelte kılıklıyı yokladım, şikâyeti bırakmış yola gelmiş gibi duruyordu, uslanmış haylaz çocuk gibi, puskun duruyordu ama bana yutturamayacak, artık onun ne menem bir yaratılışta olduğunu anlamıştım, işi gücü benim zayıf anlarımı yoklayıp, kendine rahat gelen bildiği turşuları kaşıklayacak, bana kulak asmayacağı anları fırsat olarak kollayacaktı. Bundan sonra yağmacı Hasan'ın böreği yok, benim istediklerim olacak, aksi halde tepemin üstünden atıveririm, (sıkıysa yap da görelim dedi pelte kılıklı). İşte böyle zaman zaman çatışıyoruz, bazen onun dediği bazen de benim dediklerim oluyor, böylece çok samimi olmasak da birlikte aynı vücutta, tabii ki ben onun hamalı olarak geçinip gidiyoruz işte. Geçinmeye de mecbur olduğumuzu sanırım ikimiz de anladık. DNA denilen yaratık da öyle diyor zaten “sıkıysa anlaşmayın, dünya zindan olur sana” diye bana fısıldıyor, ben de kendime “oğlum aklını başına al, akıllı ol, sakin ol, sinirle adım atma, ölç biç, ince ele sık doku, yalnız başınasın, bak tepen de, içinde bin bir düşmanın var, pelte kılıklıyla çok fazla çatıştığında başına gelecekleri kestirebilmen mümkün değil, hallediverirler el birliğiyle, çerezleri olursun” dedim.
Halil GÖNÜL / Aydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.