Cumartesi, Aralık 10, 2016

AKKIZ' IN ÇIĞLIĞI


keçi, zaman, yavru,
Ak-kız

                                AKKIZ'IN ÇIĞLIĞI

            Güzel bir hafta sonu olacağını umduğum ilk güne uyandık. Her zamanki gibi kahvaltımızı yaptık ve iş bölümü de çıktı ortaya. Ben babamla köye yakın olan pıtraklıdaki tarlayı nadas etmeye gideceğiz, anam ve Recep de köyde kalıp bulgurluk kaynatacaklar. Kahvaltıdan sonra keçimizi -ak kız- köyün çobanı evimizin altındaki yoldan geçerken onun götürdüğü sürünün içine bıraktım. Ak kız uysal bir keçidir ve biz onu çok severiz.
           

              Yavru zamanından beri iç içe büyüdük. Hastalandı, üşümesin diye yatağımın yanına onun için yapılan barınakta yattı. Minicik, yumuşacık apappak bir yavruydu o zamanlar. Parmaklarımı anasının memesi sanıp emiyordu uzatıverdiğimde. Hastalığı iyileşince gene anasının yanına bırakıyorduk ahır kapısının yanındaki kendi ağıllarına. O zamanlar iki taneydi keçimiz ve ikisi de beyazdı. Kırma diyorduk biz onlara. Aslında ankara keçisiymişler sonradan öğrenmiştim. Bizim için önemli olan sütünün bol olmasıydı siyah keçilere göre. Köyde hemen hemen her evde vardır keçi ve inek. Ak kızın ekiz yavruları var ikisi de birbirinden şirin aynı kendisi gibi bembeyaz. Giderken geriye dönüp baktı defalarca ve meleye meleye gitti. Evin yakınındayken yavruları da cevap veriyordu melemesine. Yavruların biri erkek diğeri dişi. İsim koyduk onlara da; ilk doğduklarında önce erkek olan geldi dünyaya ve arkasından dişi olan. Anası yaladı onları üzerlerini temizledi. Anam bir beze sarıp sarmalayıp odaya ocağın başına götürdü. Hemen odanın içinde köşeye bir barınak yaptılar babamla birlikte. Birer ikişer metre uzunluğunda altı yedi tane kavak dalını birbirine çatıp üstüne de çul, şilte ya da minder ne buldularsa örttüler, bir de kapı bıraktılar içine girilebilecek kadar. Ocağın başı sıcak olacaktı onlar için. Altlarında kalın kalın minderler vardı içinde yün olan. Ak kız gelinceye kadar orada kalıyorlardı, kapılarının önüne engel koyuyordu anam çıkmasınlar diye. Ha biz ha keçi yavruları, farkımız yoktu sanki.
Birkaç gün geçti aradan bir akşamüstü herkes evdeyken adı kondu her ikisinin de. Erkek olana gül yüz, gülen yüz anlamındaydı. Sani sürekli gülüyormuş gibiydi dudakları hep yanlara çekik dururdu. Diğer dişi olana papatya koymuştu anam. Papatya gibi açıldı birden bembeyaz tüyleriyle. Ak kız akşam karanlığına doğru gelirdi genellikle ve geldiği zaman ta yolda sürüden ayrılıp bizim evin yoluna saptığında başlardı melemeye. Yavruları da başlardı sesini duydukları zaman. Odanın kapısı kapalı olduğunda bile melerlerdi. Biz duymazdık ak kızı onlar duyardı. Belki de hissediyorlardı analarının geldiğini ve oldukları yerde tepinmeye hoplamaya başlarlardı. Hemen birini bir koltuğuma diğerini öbür koltuğumun altına alıp indirirdim aşağıya emsinler anasını diye. Bazen de anam indirirdi onları. Anaları koklardı her ikisini de memesini emerlerken. Öylece dikilirdi ayakta karınları doyuncaya kadar. Sütünden biz yiyemezdik ilk zamanlarda. Yalnız ilk doğdukları gün anam sağmıştı bir çanak kadar ve pişirmiş yedirmişti bize. Göz demişti o sağdığı ilk süt için. Çok tatlıydı.
            Babam ve ben Tülü’ ye saban ve boyunduruğu sardık, heybeyi de içindekilerle beraber semere koydu. Heybenin içinde yiyecek ve su vardı, tarlada lazım olacakların hepsi heybenin gözlerine koyardık her zaman. Gülnaz gülfidan ve öküzler düştüler yola önümüzden. Babam beni Tülü’ ye bindirdi kendisi de övendireyi aldı baston gibi kullanıyordu yürümeye başladı arkalarından. Ben de Tülü’yle arkalarından devam ettim. Tarlaya vardığımızda her şeyi indirdik çamın dibine ve babam öküzlerin boynuna boyunduruğu bağladı ve sabanı da boyunduruğun bağlama yerine bağladı. Övendireyle dürtmeye başladı yürümesi için onları. Övendirenin ince ucunda çivi vardı ağaca gömülü halde ve ucu bir iki santim dışarı çıkıyordu. Çift sürerken çivili ucuyla hareket etmesi istenilen öküzün kıçının kaba yeri hafifçe dürtülüyordu. Üç metre kadar uzun genellikle dut veya ona benzet düzgün bir dal ya da fışkından yapılır övendire. Kalın alt ucuna da sıran geçirilir sabana yapışmış toprağı sıyırmak için.
            Bir saat kadar sürdü babam çifti. Ara verip dinlendik çamın dibine oturarak. Benim Gülnaz ve gülfidan yayılmaya devam ediyorlardı kendi başlarına. Çamın dibine geldiğimde köstebek yuvasının üstündeki şişkinliğe oturdum yumuşak ve kabarık olduğu için. Güneş olduğu zaman sıcak olurdu bu şişkinlikler. Oturduğumu gören babam gel yanıma diye eliyle işaret edince kalkıp yanına heybenin üstüne oturdum. “onların üstüne oturanın çocuğu olmaz derler eskiler” dedi babam köstebek yuvasının üstündeki toprak yığınını göstererek. İçim ürperdi o anda. Aklıma pek yatmamıştı ama itiraz da edemedim. Ne olur ne olmaz!               Babam terlemişti biraz, arada bir alnını siliyordu elleriyle. “Bu öküzler çok zorlu, uymuyorlar birbirine. Bu yıl da idare edelim bunlarla gelecek yıl çandır alacağım bir çift” dedi kendi kendine konuşuyordu. Yüzüne baktım gözleri ufka bakıyordu. “Çandır ne baba?” dedim. Yüzünü bana çevirdi, kırmadır oğlum aynı katır gibi. Dayanıklı ve güçlüdürler. Sabanı çekmekte hiç zorlanmazlar, ne kadar derine daldırırsan daldır...” dedi gözlerimin derinliklerine bakıyordu. Belli ki benim kendisi gibi zorlanmamı istemiyordu. Çiftçi olmamı istemiyordu zaten. “Biz karın tokluğuna köleyiz oğlum oku” derdi arada bir. Pek anlayabildiğim cümleler değildi onlar.  Anamın babasının dedikleri aklıma gelirdi öyle konuşmaya başladığı zaman. Bahçe de örü dibinde gölgede otururken sormuştum bir defasında dedemle yalnızdık ikimiz.  “Dede sen neden gitmedin ovaya da kaldın buralarda?” demiştim ve cevap olarak, yayıldığı durumdan biraz toparlanarak derin bir nefes aldıktan sonra “Oğlum şuraya baksan ne yapacaksın ovanın sıcağında ateş gibi yanıyordur şimdi oralar. Bu buz gibi havayı, suyu terk edip de nereye gideceksin?” demişti bana. Çok memnundu hayatından. Hâlbuki imkânları vardı ovadan tarla ve ev almaya. Üç yüz kadarlık keçi sürüsü vardı. Babam sürekli tavında bulduğunda beni okuyup kendimi kurtarmam için öğütler verirdi. Birebir yaşıyorduk her şeyi. Büyük küçük çok fazla fark etmiyordu çok önemli kararlar dışında. Görünen köy kılavuz istemiyordu zaten, herkes büyük küçük üstüne düşeni yapıyordu ve yapmak zorundaydı. Aksi halde bir şeyler mutlaka aksıyordu. Tıpkı doğanın dengesi gibi.
               Doğadaki ormanlar çok kesilirse yağmur yağmazmış, kuraklaşırmış her yer. Öğretmenimiz demişti. Demek ki doğadaki çamlarda biz çocuklar gibiydi, işlerini yapmazsa zarar vermiş oluyorlardı doğaya. Çamlar yağmur çekermiş. Tabii ya demiştim öğretmen anlatırken. Ormanlık yerlerde bazen bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ilerisindeki boş tarlaya bir damla bile düşmüyordu. Ama neden çam olan yerleri devlet alıyordu elimizden. Babam devlet alır diye tarlaların çamlara yakın yerlerinde çıkan küçük çam fidanlarını kazıyordu bazen, temizleme diyorlardı bu işe. Evin önüne okulda dağıtılan çam fidanını alıp getirip evin önündeki hayvan gübrelerini attığımız tersliğin kenarına dikmiştim de anam bir kaç gün sonra gördüğünde çamı, beni azarlayıp “evi mi aldıracaksın devlete sen?” diye kızmış sökmüştü birden asılarak. Yaptığım hatanın o kadar büyük sonucu olabileceğini hiç düşünmemiştim o çam fidanını dikerken oraya. O zaman neden öğretmenler dağıtmıştı okulda onları? Bir türlü aklım ermiyordu bu devletin işlerine. Ormancılar dolaşırdı durmadan tarlalarda, dağlarda. Azrail gibiydiler köylüler için, tara, nacak hatta eşeklerini alıp götürürlerdi. Devletin ormancılarıydı. Çoğu köyde kalır, ihtiyaç duyduklarında haberleşirlerdi başka yerlerdekilerle kalabalıklaşıverirlerdi bazen köyde. Eşekleri ya da malzemeleri ormancılar tarafından alınmış köylüler ne yapacaklarını şaşırırdı, çoğu da çaresizlikten ağlardı hüngür hüngür. Bazıları para bulup buluşturup alırdı geriye, alamayanlarınkini devlet satarmış götürdükleri yerde.
            Güneş tepemizden diğer tarafa devrildiğinde yarısına yakını sürülmüştü tarlanın. Ben çamların içinde dolaşıyordum tarlanın yakınlarında. Bir anda babamın bağırdığını duydum ve koşturarak çamlıktan çıkıp babama baktım. Babam yerde yatıyordu kıvrılmış halde. Koşturarak yanına geldim. Öküzler koşturuyordu tarladan dışarıya doğru. Boyunduruk birinin boynunda yerde sürünüyor diğeri onun önünde koşturarak ilerliyordu. Bıraktım onlara bakmayı, babama baktım diz çökerek yanına. Babamın gözleri dolu doluydu, canı çok yanıyordu bir şeyden. Ne olmuştu acaba? Anlamaya çalıştım bir süre. Ellerini yan tarafındaki karın boşluğuna bastırıyor kıvranıyordu. Üstündeki krem montu da yırtıktı. Bir an sabah gelirken yırtık var mıydı? Diye düşündüm. Hayır yoktu. Yardım etmek istiyordum ama ne yapacağımı bilemez halde çırpınıyordum yanında. Terliydi, alnından tomurcuk tomurcuk ter fışkırıyordu, onları siliveriyordum ellerimle gözlerine gitmesin diye. Bir süre kaldı öyle kıvranmaya devam etti. Eliyle omuzuma yapışarak oturmaya çalıştı. Kolundan tutarak yardım etmeye çalıştım gücüm yettiğince. Çok ağırdı, kıpırdatamıyordum kendisi gayret etmeyince. Oturabildi sonunda.
            Karın boşluğunu tamamen açıverdim. Elleriyle kaldırdı iyice giysilerini yukarıya göğsüne kadar. Karın boşluğundan sol memesine kadar kıpkırmızı bir iz vardı. Bazı yerleri morarmış genişçe, bazı yerleriyse yırtılmış kanıyordu. Neyse kanama azdı, yüreğimize su serpildi biraz.
            Tembel öküzü diğer çalışkana uyması için fazla mudullamış yani fazla dürtmüş övendireyle. Bir süre sonra canı acımış hallerine ve ara vermek istemiş dinlenmeleri için. Önlerine geçip boyunduruktan çözmüş önce yaramaz tembel olanı. Sen misin onu çözen, bir anda boynuz atmış babama ve havaya savurmuş hiç geriye bakmadan başlamış koşturmaya. Şükürler olsun ki boynuzları kördü. Eğer sivri olsaymış kesin karnını yarar, şu anda bağırsakları dışarıda olurdu babamın. Başım dönmeye başladı anlattığında durumu. Vücudum olduğu gibi titremeye başladı neredeyse ayakta duramıyorum. Kucaklayarak kaldırmaya çalıştım babamı ayağa. Koltuklarından denedim olmuyordu “Dur oğlum, övendireyi ver sen bana” dedi acı içinde suratını buruşturarak. Hemen koşturdum ileride çizide kalan sabanın yanındaki övendireyi almak için ve koşturarak döndüm yanına eline verdim. İki eliyle sımsıkı kavradı övendirenin alttan yarım metreyi geçik yerinden ve ayaklarının yanına koydu sıranlı tabanını övendirenin “ha bismillah” dedi öne doğru yüklendi kalkmak için. Acısı yüzünden okunuyordu, yaş doluydu gözpınarları. Terde kaçmış olmalıydı gözlerine ki kıpkırmızıydılar. Ayağa kalkabildi nihayet ve çamın dibine doğru bana yaslanarak yürüdü. Bir ağırlığı olmuyordu bana aslında yalnızca boynuma dolanan uzun kolunun ağırlığını hissediyordum. Çamın dibine varınca “toparlanıp gidelim” dedi eşeğe bakarak. Eşek bir kaç adım yakınımızdaydı. Alıp getirdim babamın yanına. O da melül melül bakıyordu bir babama bir de bana. Anlamış mıydı ne? Hayvanlar çok hisli oluyorlar anlıyorlar çok şeyi. Beni burnuyla itti Tülü, koluma yanağını sürttü iki defa aşağı yukarı. Beni mi teselli etmeye çalışıyor diye geçti aklımdan o anda. Ben de onun başını, kulaklarının arasını okşadım elimle. Babam “tut oğlum” dedi eşeği. Ancak tutmama gerek yoktu kendisi dimdik hiç kıpırdamadan duruyordu yanaştırdığımız yerde. Heybeye doldurdum bütün eşyaları ve babam semerin üzerine koydu heybeyi. Çamın dipten kesilmiş olan kalın çatalın üstüne çıktı, tam da eşeğin boyundaydı yüksekliği. Sağ ayağını yavaş ve dikkatlice uzattı semere doğru ve bindi semerinin üzerine Tülü’ nün. Yuları verdim eline. “Sen inek ve buzağıyı sür gel ben giderim” dedi bana gülümsemeye çalışarak. Gülümsemesi içime su serpti, kötü değildi demek ki. Koşturmaca ormanın yanına doğru gidip Gülnaz ve gülfidanı buldum. Koşturarak sürdüm onları babama doğru. Tülü tıpkı beni düşürdüğünde tekrar bindiriliverdiğimde yürüdüğü gibi yürüyordu sürülü tarlada yavaş yavaş, hiç sarsmadan.
            Köye geldiğimizde kahvenin önünden geçerken herkes bize bakıyordu. Dal öğlen neden geriye döndüğümüzü merak ediyorlardı besbelli. Soranlar oldu. “Öküz süstü” dedi babam acı dolu sesiyle onlara bakmadan. Başka da bir şey söylemesi selamlaşmanın dışında. Köyün neresinden gelinirse gelinsin herkesin yolu kahvenin önünden geçerdi.  Kahvenin önünü elli metre geçişteydi bizim eve sapan yukarı doğru az eğimli yol. Döndük, karşımızda anam dikiliyordu, gözleri yerinden fırlamışçasına bakıyordu yola doğru. Elleri belindeydi. Gelen öküzleri ahıra bağlamıştı belli ki ortalıkta görünmüyordu. Boyunduruk örünün dibinde görünüyordu. Anam da çok tedirgindi yanına yaklaştığımda. Anlamıştı o durumu. “Gene dikkat etmedin yaptı yapacağını değil mi?” dedi babama. Suratı ve gözündeki duygularını kestiremedim, kızgınlık mı yoksa acıma mı vardı. İkisideydi belki de. Babamın eşekten inmesine yardım etti, koluna girerek yukarı çıkardı merdiven basamaklarından. “Sen eşeği yerine bağla” dedi bana çıkarken anam. Eşeğin yanaklarını okşadım. Gözlerinin içinde yuvarlak bir resim gördüm. Resimdeki bendim. İri göz mercekleri küçük bir ayna gibiydi. Açık seçik görebiliyordum kendimi. Bakarken gözlerine kırpmıyordu hiç gözlerini. Daha önce hiç dikkat etmemiştim acaba eşekler de gözlerini kırpar mıydı bizler gibi? Yularından çekip götürdüm ahırdaki yerine bağladım Tulu’yu. Yukarı odaya çıktım hemen koşturarak. Babamı yatırmıştı anam yatağa. Üzeri de örtülüydü. Recep görünmüyordu ortalıkta gene, oyundadır diye düşünüp sormadım anama. “Karnınız aç mı?” diye sordu anam yan tarafta çadırlarında yatan oğlakları gözden geçirirken. “Bize mi sordun?” dedi babam bana bakarak. Anam hiç arkasına dönmeden “He size sordum başka kimse de var benim göremediğim” dedi. “Aç” dedi babam boğuk bir sesle. “Hemen kuruvereyim sofrayı ben evin üstüne çıkacağım tavuklar gelmiştir bulgurun başına” dedi acele ederek yer sofrası hazırlayıverdi. Babamın yanına atılmıştı sofra mendili. Sofra bezi “mendil” di bizim lisanımızda. Mendilin başına oturdum, babam da üzerindeki yorganı yan tarafına atıp yanaştı mendile. Biraz kaldırıp altına girdi mendilin ve bir anda eğriliverince akarsa mendilin üstüne aksın kaşıktan diye “off” dediğini duydum. Sonrakinde daha dikkatli oldu. Yemeği bitirdikten sonra babam tekrar yatağına girdi, ben de mendili toplayıp her zamanki yerine bıraktım. Tabağı ve tahta kaşıkları bulaşıklığa bıraktıktan sonra merak edip evin üstüne çıktım. Toprak örtü olduğu için dümdüzdü. Anam buğdayı kaynatmış büyük kazan dolusu ve çıkarıp çul üstüne sermişti kurusunlar diye. Badem ya da ceviz içiyle pek lezzetli olur haşlanmış kırmızı buğday. Çok değişik bir lezzeti vardır, benim çok hoşuma gider. Bir avuç sıcak haşlanmış buğday -biz bulgur deriz- atıp ağzıma arkasından da bir çiğ badem içi ya da cevizin dörtte birini atıp birlikte çiğnerdim. Karnım şişerdi çocukken. Bir seferinde Receple birlikte çok kaçırmışız bulgur ve taze cevizi. Bir sepet ceviz almıştık sırf bulgurla yemek için. Doyduk dediğimizden sonra yarım saat geçmedi, bir sancı bastırdı bizi. Her ikimiz de nefes bile alamıyorduk sancıdan. Davul gibiydi karnımız. Anam kızmıştı bana, kötü örnek olduğum için Recep’e. Ben çok yiyince o da çok yemişti bana uyarak. Yenilmez mi canım yılda bir defa oluyor bu meret. Başka zaman yapıldığında bu kadar tatlı olmuyor ki! Anam hemen çaresini bulmuştu sancının. Birimizi sağ yanına diğerimizi sol yanına yatırdı boylu boyumuzca ve kendisi de ortamıza oturarak yuvarlamıştı kollarının uzanabildiği kadar bir ileriye bir geriye. Kolları yorulduğunda bir iki nefeslik ara veriyor tekrar başlıyordu yuvarlamaya. “amalsız yungularım -toprak damı sıkıştırmak için silindir yontulmuş taş- benim” diyordu arada bir biz “of” dedikçe. Yarım saati geçik yuvarladı bizi rahatlamıştık bir kaç defa gaz çıkardıktan sonra. Kıçlarımıza elinin içiyle vurarak “tamam kalkın yungular” demişti. Tekrar bir avuç almaya kalktığımda bileğimden yakalayıp “hazmedince” demişti ve ne cevize ne de bulgura dokundurdu üç dört saat. 
            Bulgurdan yedim bir kaç avuç. Anama baktığımda anam dertli gibi görünüyordu oturduğu yerde. Suratı asık kafasının içinde bir şeyler vardı keyfini kaçıran diye düşünüp “hayrola ana” dedim ona doğru eğilerek. “Hiç, hiç bir şey yok ama Recep kayıp sabahtan beri hiç gelmedi” dedi. Recep bulgur ve badem yemeden duramazdı buralarda olsa mutlaka gelirdi. Bu sefer üç kilo kabuklu badem alınmıştı başkalarından sırf bu bulgurla yenilsin bu gün diye. “haydi, bak gel oğlum kahve önlerine falan, içim rahat değil” dedi biraz bulgurdan yedikten sonra. Ellerime birer avuç bulgur alıp bir avuç da badem içi koyduktan sonra cebime, koşturarak ayrıldım anamın yanından. Birkaç yer dolaştım koşturmaca. Gördüğüm çocuklar da görmemişti bu gün hiç. Yer yarıldı içine düşmüştü sanki. Çaresiz döndüm anamın yanına iki saat kadar dolaştıktan sonra. Ben de merak etmeye başlamıştım. Gene bir şey yaptı bu diye geçiriyordum aklımdan ama ne olabileceği hakkında bir fikir yürütemiyordum. Nereye giderdi bu çocuk?  Altı yaşına girmişti daha. Yer bilmez yurt bilmezdi. Yalnız nereye gidebilirdi uzağa? Bahçe desen bu kadar kalınmazdı orada. Uyuyup kaldıysa bir yerlerde belki de dönerdi artık ikindi vakti olmuştu çünkü.  Bir sürü şey düşünmeye başlamıştım. Anam da öyleydi. Muştuyu dikiverdi birden bulamadığımı söyleyince. İyice kederlenmişti bu duruma. “Meraklanma, gelir birazdan karanlık basmadan, bekleyelim o zamana kadar” dedi beni yanına çağırıp kısa saçlı başımı okşayarak. Elleri sıcacıktı aynı yüreği gibi. Küt küt atıyordu yüreği duymuştum başımı okşadığında başımı eğmiştim yüreğine doğru. Beni üzülmesin diye teselli etmişti anlamıştım bu durumu. Recep’i çok sevdiğimi biliyordu çünkü.
            İkindi geçti, güneş batacak neredeyse. Hala bizim oğlan yok ortalıkta. Anam evimizin bitişiğindeki teyzeme seslendi “Abla, abla” diye. Merdiven başına çıkan Teyzeme “şu bulgura arada bir göz atıver kimse yok, ben gidiyorum” diyerek emanet etti ona. Tavuklar gelmiş olursa baktığında kovuverecekti yemesinler diye. Mahallede çok tavuk vardı ve bizim damın üstü arkadan geçen yolla aynı hizadaydı. Düzayaktı yani. “Gel oğlum inelim aşağıya” dedi telaşlıydı sesi. İndik babamın yanına çömelip baktı babama, uyuyordu uyandırdı onu. “Recep yok ortalıkta ben Hasan’la aramaya gideceğim sen yat, keçi gelesiye geliriz” dedi benim kolumdan tutarak aceleyle indik merdivenlerden.
            Koşturur gibi gidiyorduk yolda. Okulun bahçesine bakacaktık önce. Bahçenin her tarafını dolaştık, okul binalarının eskisi ve yenisinin etrafını dolaştık kimse yoktu. Bekteş’e bahçeye gittik sonra uyuyup kalmış mı? Diye. Orada da yoktu. Anam iyice telaşlanmaya başlamıştı. “Karanlık bastıracak nerede kaldı bu?” diye mırıldanıyordu kendi kendine nefes nefese yürürken. Ben ona koşturarak yetişiyordum arkasından. Kahvenin önünden geçiyorduk dönüşte. “Ne oldu çocuklar telaşlısınız, gelin bir şey mi var?” dedi bir ses arkamızdan. “Yok, amca bir şey yok, Recep yok da?” dedi anam arkasına bakmadan koşar adım yürürken. Yirmi metre kadar gitmiştik ki tekrar aynı ses “Sabah deli Hüsem’le birlikte giderlerken gördüm mezarlık yolunda...” deyince zınk diye çakılıp kaldı anam olduğu yerde ve arkasını dönüp koşturmaca geldi yanına “Ne zaman gördün Hüsnü abi” dedi ona hızlı hızlı konuşarak. “Sabah erkenden kuzuları götürmüştüm mezarlığın oralara gütmeye, kuşluk vakti abin Hüsem sığırlarını gütmeye götürürken senin Recep de yanındaydı birlikte gittiler alan tarafına gitmişlerdir herhalde.” dedi Hüsnü amca. Adam nezaketinden deli Hüsem dememişti de abin demişti anama. Doğruydu abisiydi ve benim de amcam olurdu. Biraz dengesi bozuk, kimseye karışmadığı, kendisine bir şey sorulduğunda cevaplayan bir kişilik yapısı vardı. Kaba bir görüntüsü var. Hiç kahveye çıkmaz, büyük kızının düğününde bile odadan çıkmamıştı hiç dışarıya. Aslında arada sırada tarlalardaki hırsızlığından başka bir zararı yoktu kimseye. Askerden dönüşünde: Ankara’dan binmiş kara trene ve yanlışlıkla Uşak’ta inmiş gece karanlığında. Hâlbuki köye yakın yerden geçiyordu kara tren. Yakın dediysem de iki saatlik yaya yürüyüş mesafesindeydi ineceği yer. Garibim köyden dışarıya nadir çıkmış nereden bilsin uşağı. Yağlamış tabanları başlamış yürümeye. Yürüdükçe uzamış yollar. Bir hafta on günde geldiği söylenirdi yayan ta Uşaktan köye. O yüzden lakabını deli koymuşlar. O zamandan beri de deli Hüsem aşağı deli Hüsem yukarı. Ölene kadar adı öyle kalır artık. Lakap takılır diye çok özen gösteririm o kendimi bildi bileli. Daha ne lakaplar var bir bilseniz. Sanki insanların işi gücü yok da lakap arıyor insanlara.

zaman, mezarlık, ben,
Köy
Hemen fırladı anam çömeldiği yerden ve mezarlık yoluna doğru hızla ilerledik. O taraflara çalışmaya gidenler dönüyordu, karşılaşıyorduk dönenlerle ve soruyordu anam onlara “Recep’i gördünüz mü?” diye. İlk gördüklerimiz görmediklerini söylediler. Alan mevkiinin yoluna düştüğümüzde bağırıyorduk anamla ben avazımız çıktığı kadar. Belki ayrılmıştır dolaşırken de uyuyup kalmıştır ormanlıklarda diye. Neredeyse her çamın altına bakarak ilerliyorduk orman içinden. Yoldan gitmenin anlamı yoktu bu durumda. Gelenlere sorduk. Birkaç kişi “Amcasıyla birlikte hayvan güdüyorlar alanda” dediklerinde derin bir oh çekti anam, olduğu yere çömelip dinlendik biraz. Sonra yola çıktık ve yürümeye başladık tekrar hızlı hızlı. Terlemiş nefes nefese kalmıştık her ikimiz de.  Karşımızda gelenler vardı gene. Öküzler inekler göründü birden. Ancak dikkatli baktığımızda amcamın hayvanlarına benzemiyordu. Sahibini geçerken, bizim telaşımızdan anlamış olmalı ki “Recep gil geliyor arkada” dedi. Yüreğimiz ferahlayıverdi o anda, dizbağlarımız çözüldü otura kaldık bir süre. Daha sonra yoldan kalkıp kenardaki taşların üzerine oturduk yolun devamını görebileceğiniz yerde.
            Bir süre meraklı gözlerle yola baktıktan sonra göründüler. Deli Hüsem’ in sağ elinde kalın ve uzun bir ağaç var bastonmuş gibi kullanıyor onu. Her adım atışında onu da adım atar gibi ileriye atıyordu. Recep de yanında yürüyordu. Gölge gibiydi yanında ufak tefek görünüyordu olduğumuz yerden. Ben kızıp küfürler ediyordum, döveceğimi söylüyordum anama. “Hele bir kavuşalım da” diyerek geçiştirdi beni. Yanımıza gelmeleri yıllar gibi aldı sanki şunun şurasında beş yüz metre kadar düz yoldu. Geçmek bilmedi zaman.
            Yanımıza geldiklerinde amcam baktı şöyle bir “ne işiniz var sizin burada?” der gibi. Çok sakindi hiç bir şey yokmuşçasına. O düşünmüyordu bizim tedirginliğimizi. Öylesine götürmüştü çocuğu, hiç düşünmemişti bu çocuk el kadar, merak ederler falan diye. Kafamızdan bin bir tür karmaşık şeyler geçerken ben el attım Recep’e yanıma çektim kolundan asılarak. Kızgınlığımla ve anamın üzüntüsüne de çok üzüldüğüm için kulağından tuttum tam tokat atacaktım ki güm diye bir şey düştü kafama. Birden ortalık kararıverdi... Kendime geldiğimde mezarlığın yanından geçiyorduk ve ben anamın sağ koltuk altında yürüyordum. Başımın acıyan yerine dokundum elime kan bulaşmıştı. Kanama durmuş, elime bulaşan kan pıhtı halindeydi.
            Ben Recep’e vurmayayım diye engel olmak istemiş deli Hüsem amcam. Biz amca derdik anamın kardeşi olmasına rağmen çünkü babam ve deli Hüsem amcamın babaları kardeşti. Amcalığı oradandı. Aslında kötü bir niyeti yoktu belki ama ölçüsü kaçmıştı elinin. Elindeki o kalın ağaçla vurmuştu bana. Ve orada bayılmışım, bir süre ayıltmaya çalışmışlar beni, sonra da yürüyebileceğime kanaat getirip anam koltuklamış beni yürütmüş mezarlığa kadar ama ben hiç bir şey hatırlamıyordum ve kendimde değildim. Anlamaya çalıştık neden gittiğini Recep’in.

            Bizim Recep aklı sıra gezmeye gitmiş mezarlık tarafına. Köyün yakınında ve yeşilliktir, kalın çam ağaçlarıyla kaplıdır mezar araları. Mezarlığın biraz ilerisinde hüsnü amcanın kuzularını görmüş, onları sevmeye gitmiş. Sonra da dönerken yılan görmüş. Korkusundan geriye geçememiş ve kendince bahane uydurup alanı gezip geleyim diye düşünerek ilerlemiş yolda. Hüsem amcası gelivermiş arkasından onunla birlikte gitmişler. Dön geriye dediyse de kandırmış onu tarlamıza bakmaya gideceğim haberi var anamın diye. O da inanmış buna ve yanında götürmüş. Gördüğü yılanı tarif ettiğinde anladık ki yılan değil yeşilkertenkele görmüş tam yolun ortasında ve hala orada duruyordur diye korkusundan devam etmiş ileriye doğru koşturarak uzaklaşmış kertenkeleden. Eve geldiğimizde başım ağrıyordu. Babam bir şey söylemedik kavga eder diye. “İleride söyleriz” dedi anam ikimize de sıkı sıkı tembihledi. Babamın yanına çıkar çıkmaz ben çok açım dedi ağlamaya başladı. “Haydi, geç otur” dedi anam kulağından tutarak mendil sereceği yere götürdü Recep’i. Yemek getiriverdi, bir de soğan kırdı kuru fasulyenin yanına” bizimki hapur hupur yiyordu yemeği. Tahta kaşık mekik dokuyordu ağzıyla çanak arasında. Babam sordu “Neredeydin sen de bu kadar aç kaldın?” dedi. “Deli Hüsem hiç ekmek vermedi bana, hepsini kendi yedi gözlerimin önünde. Çok canım çekti yerken ama istedim bana zor yeter dedi” dedi. Anamla benim gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı duyduklarımıza. Hani tembihlemişti bizi. Çocukluk, yumurtlayıverdi birden. Anam anlatıverdi sonra babama, biraz daha yumuşatarak durumu. Ama beni vurduğunu söylememişti. Ne zaman yumurtlayacaktı benim vurulduğumu? Tedirginlik yaşamaya başladık anamla. Kesin kavga ederdi öğrenirse. Kimselere tiske bile vurdurmamıştı bu güne kadar çocuklarına ve karısına. Yemeğini yedi hemen oracıkta kıvrılıp uyudu haylaz. Ocağın yakınıydı ve sıcak olurdu uyuduğu yer. Anam üstüne bir şeyler örtüverdi, benim kolumdan tutarak dam başına çıktık. Bulgur tavsamış, bir yere toplayıp üstünü altındaki çulla örttük güzelce. Sabah gelip açacaktık tekrar. Kuruyuncaya kadar devam edecekti bu durum. Kuruduktan sonra da çuvallara doldurup değirmende kırdırıp gelecektik. Kışın bulgur aşı olarak yiyecektik afiyetle sofrada. Bolca lahanalısı çok hoşuma gider benim. Kaşık kaşık ekmeksiz koca bir tabağı götürürüm her zaman. Bulgur pilavı pek yapmaz anam, hep de sulu yemeğini yapar bulgurun. Tekrar eve indik anamla. Babam uyanıktı. Ortalık karardı iyice ve acıkmıştık. Akşam yemeği yenilecek ama ak kız yoktu bu seferde. Bu gün ne kadar şanslıydık böyle aksiliklerden yana. Bir Recep, bir keçi! Anam sofrayı attı ocağın önüne. Ateş hiç eksik olmaz bizim ocaktan evde olduğumuz zaman. Daima bir şeyler kaynar sacayağının üstünde, hiç bir şey olmasa su kaynar ibrikte ya da ısıtması için yanar. Yavru oğlaklar melemeye başladılar. Durmadan meliyorlardı, acıkmıştı onlarda bizler gibi. Sabahtan beri bekliyorlardı analarını. Sabahın köründe emdikleriyle duruyorlardı. Daha bir şey de yiyemiyorlar. Hepimiz de meraklandık anam konuştukça. Babam yatıştırmaya çalışıyor, sabredin diyordu her seferinde anam ve bize. “Keçi bu, aklı mı var sanki akşam sofraya yetişsin, bir yerde takılmıştır. Sürü geldi mi sordun mu?” dedi anama. “Sormadım, şimdi Hasan’ı yollarım” dedi sofrayı toplarken. Sofra toplanırken görevi almıştım, kimsenin bir şey söylemesine gerek yoktu kalkıp gittim çobanın evine ve “bizim keçi gelmedi” dedim. “Bilmiyorum, hepsi dağıldı. Gelirken de bakmadım hiç” dedi. Dönüp söyledim dediklerini anam ve babama. İyice meraklanmıştı anam bunun üzerine. “Kayalardan mı düştü bu keçi niye gelmedi?” Diye sızlanıp durdu ağa döne oğlakların başında. Onlar çığlık atarcasına ağlaşıyorlardı sanki. Analarını istiyorlardı süt isteyen insan yavruları gibi. Ayaktaydılar her ikisi de. Çadırlarının içinde fır dönüyorlardı durmadan. Onlara bakınca yüreğimiz parçalanıyor başımız dönüyordu. Recep’in kayboluşunda hissettiklerimizi düşündüm. Hele anam neler hissetmiştir kim bilir benim anladıklarımın dışında. Bu sefer ana değil yavrular çırpınıyordu hem de minicik minicik. Gece yarısı oldu ay yükseldi iyice ortalık apaydınlık gündüz gibi. Ben tahtalıkta merdiven başına oturup bekledim belki gelirken görürüm diye. Eğer köy içinde ayrılmışsa sürüden, karşılarda dolaşırken görürdüm ya da gören birisi olursa karşılardan bağırdığında duyardım. Bekledikçe sıkıntım artmaya başladı benimde, çok üzülmeye başlamıştım ya ölmüşse diye aklıma geldiğinde. Kurt murt yediyse dağda?  Bazen saldırıyorlardı kış aylarında. Ama daha kış gelmemişti olmazdı gerçi bu zamanlarda. Oturduğum yerden ayrılmak istemiyordum. Yatsı ezanı okunalı epeyce çok olmuştu. Gece yarısıydı. Boğuk bir meleme sesi geldi bir anda oturduğum merdivenin dibinde. İçeriden oğlakların sesi de yıkıyordu ortalığı. Bir anda pat diye yıkılıverdi bizim ak kız merdiven taşının yanında sol yanının üstüne. Hemen indim aşağıya başını kaldırdım elimi altına sokarak. Gözleri yumuluydu ama nefes alıp veriyordu. Birkaç defa da çok kısık bir sesle melemeye çalışmıştı. Dili sarkıyordu ağzının içinden yan tarafa. Ağzı yumulu olduğu halde yanda uzunca sarkan dil buruşuk bir et parçası gibiydi. Üzeri olduğu gibi çamur kaplıydı taa sakal dibine kadar. Sakalları da çamurluydu. Keçi batağa saplanmış gözlerine kadar. Ramak kalmış boğulmasına. Anama bağırdım yukarıya “Ak kız geldi!” diye. Bağrışan oğlakları alıp geldi koltuk altlarında. Bıraktı analarının yanına. Aç olan Gülyüz ve Papatya saldırdılar çamurlu memelerine. Corp corp emdiler analarının akşama kadar onlar için depoladığı sütünü. Beş dakika kadar sürdü emmeleri, Ak Kız azıcık oynattı başını ve açtı yorgun ve bitkin gözlerini. Yavruları da başının yanına geldiler. Konuşmak istediler belki. Anası yavrularını yaladı, onlarda yaladı analarının çamura batmadan kalan burnunu. Daha hızlı nefes almaya başladı Ak kız. Kalkmaya uğraştı bir an yapamadı. Tekrar koydu başını yere. Gözleri açıktı bu sefer. Işıl ışıl parlıyordu ay ışığında gözü. Ay içindeydi sanki gözünün fener gibi parlıyordu karşımda. Nasıl kurtulduğunu, ne kadar çabaladığını anlatıyordu bana. Ben de gözlerimi alamıyordum o tek gözünden. Ellerimle boynunu okşamaya çalışıyordum, çamurları sıyırdım bir süre ama iyice yapışmıştı sakız gibi çamur. Çıkmıyordu üzerinden. Kulaklarını, yanağını, boynuzunu okşadım bir süre. Dönüp geldiği için çok sevindiğimi söyledim ona içimden. Onlar konuşarak değil hissederek içlerinden anlıyordu beni. Ben öyle inanıyor ve düşünüyordum. Yanında çökelmiş onu okşayarak kaldım bir süre. Yavruları hoplayıp zıplıyorlardı etrafında. Tekrar yüklendi kalkmak için ayaklarını toparlayarak. Olmadı. Yardım etmek geldi aklıma. Tekrar denedi kalkmayı ve o anda ellerimi kaldırdığı gövdesinin altına sokarak itekledim yukarı doğru. İşte olmuştu, yardımım işe yaramıştı ayaktaydı. Kuş kadar hafifledim o anda. Hemen ılık su getirdim koşturarak. Tabağı tutuverdim ağzına. İçti hepsini. Az geldiğini düşünerek tekrar getirip tutuverdim. Tabağın dibinde az bir su kalınca bıraktı. Boynuzlarının orta yeriyle tabağı iteledi ve bana yanımdan sürtündü ağıla doğru yürüdü. Ağılın kapısı açıktı girdi içeriye hemen yattı başını da uzatarak. Kapıyı kapatıp içimden iyi uyu da sabaha dinlen diye söylendim. Yavruları alıp odamızdaki çadırlarına çıkarıp, üstümdekileri değiştirerek ben de yattım. Bir ara ay dedeyi görür gibi oldum gökyüzünde sini gibiydi parlıyordu, her yer aydınlıktı, gerisini hatırlamıyorum.

Halil GÖNÜL / Aydın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hoş geldiniz.
İlginiz için teşekkür ederim.